Şehrimizde bulunan bazı tarihi eserlerin bağımsız bölümleri, ilgili kurumlarca icara verilmek suretiyle Dönerci, Restoran, Kafe vb. işyerlerine dönüştürülmekte ve dönüştürülmesine izin verilmektedir. Bu iş yerlerinin işlevi gereği mutfak kısımları ilgili donanım, mevcut mekâna zorlama düzeneklerle monte edilmektedir. Elbette ki bu oluşum iş yerlerinde yangın tehlikesi karşı büyük riskler getirmektedir. Zira mevcut mekân sonradan yapılacak olan her işleve uygun inşa edilmediği için bu tip sorunların çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Hele ki söz konusu mekân Taşınmaz Kültür Değeri olarak tescillenmişse bu işleri daha da zorlu hale getirmekte beraber, ilgililere de ciddi bir sorumluluk yüklemektedir. Anlaşılan o ki, kimsenin bu “zorluk” ve “sorumluluk” kelimeleriyle bir işi yok.
Yeme-içme amaçlı bu tip iş yerleri, kendilerine uygun olmayan tarihi tescilli yapıları seçmesinin ana nedenleri; mekânın uygun bedelle tutulması, konum itibarı ile işlek bir yerde olması, ticari getirisi vs. sayılabilir. Esas olay bundan sonra başlamaktadır. Söz konusu tescilli yapıların iç tanzim ve tadilatı yapılırken, sonradan yapılan birçok müdahale, daha başlangıçta o tarihi esere ciddi bir biçimde zarar vermektedir. Tadilatı yaptıran kişilere sorarsan, Benden öncekiler yapmış yaptırmış benim hakkım yok mu gibi bir mantık üreterek hatayı ısrarla üstelemektedirler. Yani kısa vadedeki duygusal(!) çıkarlar, uzun vadede oluşacak riskleri bastırıveriyor. Tıpkı bir çok tarihi camide gördüğüm benzeri manzara gibi… O güzelim camilerin kesme taş kalın beden duvarlarını rastgele delerek, cephe duvarına klima cihazı monte edilmesi gibi. Milletin malı olan ve kendisine emanet edilmiş olan bir eserde bunu yapanyaptıran ve yapılmasına göz yumanlar sesini çıkarmayanlar şunları hiç düşünmüyorlar;
1. Daha cihazın montajı esnasında tarihi taşlara geri dönüşümsüz hasar verdiğini (hem de kimseye danışmadan),
2. Cihaz çalışırken ürettiği ve üzerinden sızan zehirli sıvılarla devamlı yapı taşlarının yüzeyini eriterek, siyah bir kir lekesi bırakarak kalıcı hasar verdiğini,
3. Ardından da bu cihazı çalıştırmak için mevcut elektrik sistemi üzerine (yerden ısıtma aparatları vb. gibi) hesapsızca ilave edilen elektrik tesisatıyla, mevcut elektrik panolarının yükü arttırılıp, yapının yangın riskini katlayarak arttırması,
4. Tarihi eserlerin dış cephelerine eklenen ve sözde zaruri yapılması gereken her ilave cihaz, o tarihi yapının özgün dokusunu bozması…
Bir gün bir Cami hocamıza; Hocam sen bunu yapmak için izin aldın mı, aldıysan kimden aldın ve nasıl yaptırdın diye sorduğumda hocamızın doğrudan cevabı; Ne yani bizim de çağdaş imkânlardan faydalanma hakkımız yok mu oldu. Bilgili ve agâh olmasını beklediğim bu hocamızın sualime absürt soru ile cevap vermesi beni bir hayli şaşırtmıştır. İşin en garibi de orada kullandığı Bizim kelimesi olmuştur. Yani koskoca milli bir servet, sadece onun üzerinde tasarruf edebilecek bir mal haline gelivermiştir. Sahiplenmek güzel bir şey ama zarar verircesine olmamak kaydıyla tabii…
Ülkemizde hiç bir vicdani yaptırımın olmaması (esasında var da), özellikle tarihi eserleri koruma bilincinin, yani toplumsal çıkarların kişisel faydaların gerisine atılması gibi faktörler maalesef Edirne'mize ve ülkemize akla havsalaya sığmayacak kadar derin kayıplar, derin yaralar yaşatmaktadır. Hem de geri dönülmez bir biçimde.
Edirne'de yanıp kül olan her konak, terk edilmişliğin ve umursamazlığın verdiği çaresizlikle yitip giden ve tarihe tanıklık etmiş her ecdat yadigârı eser, rant için unutulan her mezarlık ve mezar taşları… Sanırım, bize ait ve tapu senedi değerinde olan bu tarihi mirasımızın her parçasının tanıklığı, bir gün geldiğinde elbette kaçınılmaz olarak çok aranacaktır. Zaten yapılan hatalar günümüzde öyle bir hal aldı ki; artık yapılan hatalar değil, yapanların işlediği hatalar “zaruretten ve mazeretten doğan doğrular” olarak algılanma sürecindedir. O hatalar neticesinde ise başlangıç olarak işte böyle ön felaketler sık sık kendini göstermektedir. Fizibilitesi akıl terazi ile yapılmayan her işin felaketle sonuçlanması küçük bir “tedbirsizlik” sözcüğü ardına itelenmemelidir. Görüldüğü gibi mızrak çuval ilişkisi…
Bir Vatan nasıl kaybedilir Bu tip küçük ölçekteki hatalar, küçük ölçekteki çıkarlara feda edilirse, işte böyle yavaş yavaş altımızdaki topraklar kayıp gider.
Yukarıda haber konusu olan çift taraflı felaket için çok basit bir öneri sunayım; Tarihi mekânlarda, tehlike arz eden uygunsuz işyeri kiralamalarına bir son verilmelidir. Böylece hem kiracı hem de tarihi eser korunmuş olur. İşyerlerindeki mekanik zorlamalar her zaman can ve mala bir risk getirir. Restoran veya Dönerci gibi yeme içme kültürüne hizmet veren benzeri iş yerleri için, kesinlikle sonradan dönüştürülecek mekânlar seçilmemelidir. Buna can ve mal kaybına önem veren ilgili kurumlarda izin vermemelidir. Bu tarz işyerlerini oluşturacak mekânlar Özgün Tasarım, Zaruri Mekanik Dizayn eseri olarak sıfırdan tasarlanıp inşa edilmelidir. Bu tarz işler için diğer ülkelerde olduğu gibi haliyle ülkemizde de her zaman mimarlık eğitimi alan ve işin uzmanı mimarlara ihtiyaç vardır. Bu işler o mimarların uzmanlık dâhilinde yürütülmelidir. Ama bizim işletmecilere sorarsanız, “Ne gerek mimara mühendise!..” biçiminde bir tavırlarla, zaten bu arkadaşların doğuştan mimar-mühendis(!) olduğu kanısına varabilmektedir. Rahmetli hocam Halûk Karamağaralı'nın tabiriyle “Milletleri mesleklerle ifade etseler Türkler Mimar olurdu” derdi. Hiç şüphesiz dünyada her şeyin bir mimarını icat eden başka bir millet yoktur herhalde Herkes yaptığı işin mimarı işte… Biliyorum, bazılarımız hastalanınca halâ doktor yerine anam-babam usulü şifacılara, üfürükçülere gidiyoruz. Bilmem iyi mi yapıyoruz, kötü mü Ama ben artık ülkem insanlarına durmadan “geçmiş olsun” demek istemiyorum. “Bereketli, bol kazançlı olsun” demek istiyorum, “Her şey gönlünce olsun” demek istiyorum. Tabii her şey usul-ü adabı içerisinde, aklımızı işleterek, kamuya ve kamu mallarına zarar vermemek kaydı ile... Kalasınız sağlıcakla.