Bâki.(1526-1600)16. yüzyılda yaşamış, klâsik edebiyatımızın doruk noktalarından biri. Aynı zamanda Kanunî Sultan Süleyman(1495-1566) ile de çağdaş. Yalnız çağdaş da değil, onunla dost, arkadaş. Bâki, ilginç bir şahsiyet. Neşeli, şakacı, hoşsohbet. Yeri geldiğinde de, karşısındaki kim olursa olsun doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen bir üstat.
Muhteşem Süleyman ise, malum."Buyruğum-dur!" dedikten sonra sıraladıklarının arkasından, sonunda sözlerini, kastettiği kişi için "Nefy ola!", "Başı vurula!", "Azl edile!" diye bitirdiğinde, emri anında yerine getirilen koca bir "cihan padişahı"
Sultan Süleyman, otoritesi son derece yüksek bir Osmanlı padişahı olmasının yanında, şehzâdeliği sırasında çok iyi bilim, tarih, edebiyat, din, askerlik eğitimi almış bir kişiliktir. Sanattan anlayan, sanatçıları koruyan ve onlarla dostluklar kuran, aynı zamanda kendisinin de sanatçı bir yanı bulunan, bu yanlarıyla da önemli bir Osmanlı padişahıdır Kanunî Süleyman.
Bu iki dostun arası, bir gün her nedense açılır. Padişah, Bâki'ye çok kızar ve onun sürgün edilmesi için emir verir. Ancak, sürgün emrini verdiği kişi de bir başka alanın, şairlerin sultanıdır. Eeeee, serde, kendi kişiliğinde sanatçı bir yapı barındıran sultan da herhangi bir kişi gibi karşısındakine "Seni sürgün ettim." demez, diyemez. (Bu arada hemen belirtelim. Sultan Süleyman, klâsik şiirimizde Muhibbi mahlâsı ile bir divan oluşturacak kadar güzel şiirler yazmıştır.) Bu nedenle de sürgün işini, şairce bir şekilde, Bâki'ye ulaştırır. Der ki:
Bâki bed
Bursaya red
Nefy-i ebed
Azm-i bülend
Mealen söyleyecek olursak, şöyle diyor Sultan, Bâki'ye:Huyu kötü olan Bâki'yi Bursa'ya sürgüne yolladım. Artık hep orada kalsın. Bu konudaki yüce kararım budur.
Koca şair, bu şairane bir şekilde düzenlenmiş sürgün yazısını alıp da okur okumaz, anında Sultan'a karşı şu dörtlüğü döşenir:
N'ola kim nefy-i ebed azm-i bülend oldunsa ey Bâki
Bilesin ki cihan mülkü değil Süleymana bâki
Şaha azminde isbat-ı tehevvür eyledin ammâ
Buna çarh-ı felek derler ne sen bâki ne ben Bâki
Yine, mealen şöyle demek istiyor üstat, cevaben yazdığı dörtlükte: Şair,önce kendine seslenerek, ey Bâki! Sakın kendini üzme, canını sıkma. Padişahın yüksek kararı senin İstanbul'dan uzaklaştırılman yönünde olsa, ne farkeder? Bu durum, sana hiç dert olmasın. Zira, bu dünya Hz.Süleyman Peygambere bile kalmadı. Şu andaki Padişahımız Sultan Süleyman'a mı kalacak? Onun için rahat ol. Sonra da dönüp padişaha seslenir:Ey şahım, padişahım!Benimle ilgili olarak verdiğiniz kararda, diğer bütün kararlarınızda olduğu gibi gazabınız açıkça görülüyor. Amma! Sakın unutmayın! Bu dünya hayatı gelip geçicidir. Dolayısıyla, bu dünya ne size, ne de bana kalmaz.
Bu güzel cevaptan sonra, Sultan Süleyman'ın sarsıldığı, yaptığının çok yanlış bir şey olduğunu farkettiği söylenir. Sonrasında da şairle güzel dostlukları sürüp gider.
General Nikolas Trikopis.(1868-1959)Yunanlıların Anadolu'yu işgal etmeye geldiklerinde başlarında bulunan kumandanlardan biri. Ne çare ki, muzaffer olmak için geldiği Anadolu'da, kader onun Türk ordusuna esir düşmesi şeklinde tecelli eder.
Bırakın bağırıp çağırmayı, hakaret, küfür etmeyi, savaş meydanında karşılaşsalar bir şekilde birbirlerini anında öldürmeyi düşünen bu düşman kumandanlardan Trikopis esir düşüp de Mustafa Kemal Paşa'nın karşısına çıkarıldığında, ondan şu muameleyi görür:"Oturun general."der Mustafa Kemal. Sonra sigara tabakasını uzatır. Kahve ısmarlar. Yanındaki Diyenis'e de nazik muamele eder. Gözleri Trikopis'in gözleri üzerindedir. Trikopis ona, açık bir hayranlıkla bakıyordur. Elli yaşlarında kadar, asabî, hastalıklı, tiyatro sahnesindeymiş gibi giyinmiş bir adamdır. Mustafa Kemal'e,"Ben sizin bu kadar genç olduğunuzu bilmiyordum general."der.
Mustafa Kemal,"Üzülmeyin general."der. "Siz vazifenizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte mağlup olmak da vardır. Napolyon da vaktiyle esir düşmüştü. Size karşı büyük bir hürmet hissi besliyoruz. Burada kendinizi esir addetmemenizi rica ediyorum. Misafirimsiniz. Buyurun istirahat edin."
Mustafa Kemal Paşa'nın, bu son derece saygıdeğer davranışından sonra Trikopis, ne yapar, biliyor musunuz? Kayseri'deki esir hayatını tamamlayıp da memleketine döndükten sonra-Atatürk'ün ölümünden sonra-her yıl 29 Ekim'de, Atina'daki Türk Büyükelçiliği'ne gider. Orada Atatürk'ün resmi önünde saygı duruşunda bulunarak ona olan vefa duygusunu ölene kadar yerine getirir.
Süleyman DEMİREL(1924-2015)Başbakan olarak ilk göreve geldiği 27 Ekim 1965 yılından sonra yine ilk kez devlet protokolü ile birlikte Anıtkabir'dedir. Aslanlı Yol'da Atatürk'ün mozolesine doğru yürürken, bir iki adım geriden gelen dönemin muhalefet lideri İsmet İNÖNÜ'nün(1884-1973)
durumundan çok rahatsız olur. Yavaşça yürüyüşünü ayarlayıp, İnönü ile aynı hizaya gelince "Bundan sonraki yolu böyle yan yana yürüyelim."diye teklif eder, Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci adamına. Ancak, İnönü'nün cevabı gayet nettir:"Siz hiç rahatsız olmayın sayın Başbakan."der. "Lûtfen protokoldeki yerinize geçiniz. Ben de protokole uygun bir şekilde arkanızdan yürüyeceğim. Zira,
protokol insanı küçültmez."Günümüzde, ne kadar özlenen, muazzam güzel bir ilişki, değil mi?
Zaman içinde, mecliste Demirel ve İnönü iktidar-muhalefet olmaları nedeniyle çekişip dururlar hep. Ama hiçbir zaman kamuoyu önünde, ne onlara kötü örnek olacak, ne de kendilerini küçük düşürecek davranış biçimleri içine asla girmezler. Birbirlerine hitapları da hep belirli bir seviyede olur.
Çok uzun yıllar sonra Demirel'e, İnönü sorulduğunda şöyle bir değerlendirme yapacaktır. Mealen aktarıyorum:"İsmet İnönü Garp Cephesi Kumandanlığı yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa'nın verdiği bu görevi tam lâyıkı ile yerine getirmiştir. Ayrıca,İnönü, düzenli ordunun kurulmasında da çok başarılı olmuş bir askerdir. İnönü, çok başarılı işler yapmıştır. Ama, arkasında ona hep inanan ve güvenen dev gibi bir adam, Mustafa Kemal Paşa vardır. Dev gibi bir adamı arkasına alarak, çok büyük işler başaran kişi de ’büyük adam’dır."der.
Din adamlarına gelince...
Din adamlarımız, tarih içinde izlediğimiz kadarıyla sadece kendilerine verilen görevle yetinmemişler, ahiret hayatı, ruhanî meseleler ile birlikte, kısaca dünya hayatına odaklanma olarak kabul edebileceğimiz seküler hayata dair de çalışmalar yapmışlardır. Meselâ, sanatla çok içli dışlı olmuştur din adamlarımız. Şiir, hattatlık, bestekârlık, musikide virtüözlük düzeyinde çalışmalar yapma, hep uygulanagelen çalışmalar olmuştur onlar için. Bunu da yaşadıkları toplumu oluşturan insanların daha huzurlu ve mutlu bir dünya hayatı içinde olmaları için gerçekleştirmişlerdir. Zira,sanatla iştigal eden insan huzurlu, mutlu ve güzel insandır, onlara göre.
Şeyhülislâm Yahya.(1552-1644)Evet.
İstanbul'da doğup, ölen Yahya Efendi bir şeyhülislâm. Yani Osmanlı Devleti'nde, protokolda sadrazamdan sonra gelen din işleri ile ilgili en büyük devlet görevlisi.
Şeyhülislâm Yahya, yaşadığı dönemin en yüksek din görevlisi olduğu kadar en büyük şairlerinden biridir de. Onun Klâsik Edebiyatımız içinde, insanlarımıza ne gibi güzellikler sunduğundan uzun uzun söz etmeyeceğim size. Bence, onun bir beyiti bile hayata nasıl baktığını, bize nasıl güzellikler sunmaya çalıştığını gösterir sanırım.
Görmeyiz bir dîl ki tûtî gibi güftâr eyleye
Söyledir mi yok cihanda bilmezem söyler mi yok
Şeyhülislâm Yahya
Beyitin anlamı mealen şöyle: Şair, çevresinde papağan kuşu gibi güzel sözler söyleyen bir gönül göremediğinden yakınıyor. Ve yine kendi kendine soruyor. Acaba diyor, dünyada güzel söz söyleyenler mi kalmadı.Yoksa,söylenecek güzel sözler mi tükendi, yok oldu bu dünyada.
Elmalılı
Muhammed Hamdi YAZIR.(1878-1942)Hepimizin, büyük bir ilâhiyatçı, büyük bir Kur'an tefsircisi olarak tanıdığı bu büyük üstadın, diğer sanatçı kimliğini oluşturan sanat dalı neydi biliyor musunuz? O,devrinin ünlü hat sanatı ustalarından Sami Efendi ve Bakkal Arif Efendi'den ders almış önemli bir hattattı aynı zamanda.
Tanburî Ali Efendi(1836-1902) Kim biliyor musunuz? 19. yüzyılın Klasik Türk Müziği bestekârlarından ve aynı zamanda bir tanbur virtüözü. Tanburî Cemil Bey'in hocası. Öyle bir hoca ki, Tanburî Cemil Bey'e verdiği derslerden sonra bir gün "Evlât! Bu gün seni dinledikten sonra bir daha tanburu elime almam." diyecek kadar mütevazi ama aynı zamanda da karşısındaki kişinin değerini ortaya çıkaran bir büyük hoca.
Bu hoca aynı zamanda bir imam. Sultan Abdülaziz zamanında, sarayda yirmi üç yıl imamlık yapan bir kişi. Yani, çevresindeki kişilere hem uhrevî, hem dünyevî ışıklar saçan, Tanburî Cemil Bey gibi dünya çapında bir virtüözü yetiştiren bir imam.
Hayal içinde akıp geçti ömrü derbederim
Bakıp, bakıp da o maziye şimdi ah ederim.
Ne bir emel, ne ümit var, hayat bu muydu derim.
Bakıp, bakıp da maziye şimdi ah ederim.
Nahit Hilmi ÖZÖREN
Nahit Hilmi ÖZÖREN'in(1897-1951) bu güzel şiirini nihavend makamında besteleyen kim biliyor musunuz? Rakım ELKUTLU(1869-1948)
Klâsik Türk Musikisi bestekârlarından. Aynı zamanda babasının ölümü üzerine tayin edildiği İzmir Hisar Camii imamlığını ölünceye kadar devam ettiren bir imam. Dinî ve lâdinî(din dışı)musikide âyin, ilâhi, semaî, kâr, durak, beste ve şarkı formunda dört yüz elliye yakın eser vererek, insanlara güzellikler saçan bir imam.
Enginde yavaş yavaş,
Günün minesi soldu.
Derdim bana arkadaş,
Bu gün de akşam oldu
Su uyur, fısıldaşır,
Gider yâre ulaşır.
Yolcu yolda yaraşır,
Bu gün de akşam oldu.
Vecdi BİNGÖL
Vecdi BİNGÖL'ün(1888-1973)Bu güzel şiirinin hicaz makamında bestelenmiş halini Klâsik Türk Müziği hayranlarından sanırım bilmeyen yoktur. Bu ve bunun gibi unutulmaz birçok eserin sahibi de, kendi vasiyetindeki tanıtımıyla"Sultanselim Camii Şerifi Başimamı ve Sultanahmet Camii Şerifi İkinci İmamı ve Hatibi Meşhur Bestekâr Hacı Hafız Sadettin KAYNAK"tır. Bugün, hemen hemen her Klâsik Türk Müziği konserinde bir eserine yer verilen hafızlığı, imamlığı kadar olağanüstü besteciliği ile de kendini insanlara sevdirmiş bir imam.
Geçmişte bu güzellikleri sergileyen atalarımızı hatırladıkça, günümüzde bu konular üzerinde kullanılan dil ve üslûp aklıma geliyor. Çok üzülüyorum haliyle. Ve yine atalarımız gibi diyorum ki "Edep ya hu!Edep!" Hem de acilen ve giderek artan bir dozda.