1919 yılı mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım.(Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk'tan)
Sonrası malum. Anadolu içlerine doğru yürüyen Mustafa Kemal, insanları teşkilatlandırarak Amasya Tamimi'ni yayınladı. Erzurum ve Sivas kongrelerini toplayarak Kuvva-yı Milliye ile kurtuluş mücadelesini başlattı.En sonunda da 9 Eylül'de, işgal güçlerini İzmir'den denize dökerek muzafferiyetini gerçekleştirip, yurdumuzu düşman işgalinden kurtardı.
Konu,"İstiklâl Savaşı" olduğunda, milletimizin çoğunun aklında kalan ifadeler, genel geçer bir şekilde biraz önce ifade etmeye çalıştığım gibidir. Bu, adeta ezber haline getirilmiş ifadelerle-günümüzde pek o da kalmadı ya, neyse-bir zamanlar bu milletin vermiş olduğu mücadele,sanki çok hafife alınmış bir şekilde ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Zaman içinde, belki bu söyleyişler bile ortadan kalkacak, bugün içinde yaşadığımız Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, sanki gökten zembille indirilmişçesine, geçmişi hiç hatırlanmayacak bile. Düşünülmesi bile akla zarar bir durum.
Bunun öyle olmaması, dedelerimizin, atalarımızın zamanında hangi güçlükleri aşarak tekrar bize hediye ettikleri "vatan"ımızın, hangi badirelerden geçerek bize ulaştığını, yeni yetişen nesillerimize, o sıkıntılı günlerin hatıralarını hep canlı ve diri tutmak için, geçmişte bütün yaşananları, adeta onların zihinlerine kazınacak bir şekilde tekrar tekrar anlatmak zorundayız.
Milli Mücadele neden önemli. Birincisi ve en önemlisi, eskilerin "yedi düvel" dedikleri ve dünyayı kendi aralarında yeniden paylaşmak isteyen, bugünün diliyle söylersek, emperyalist hayallerini hayata geçirmek için hayasızca saldıran büyük ve güçlü devletlere karşı kıran kırana verilen bir savaş Milli Mücadele. Bu savaş neticesinde dünyada ilk defa emperyalistlere karşı zafer kazanılarak yeni bir devlet kurma aşamasına ulaşma. Yani, hem kendisinden kat kat güçlü ve büyük devletler karşısında diz çökmeyip kazanılan dünya çapında bir muzafferiyet. Hem de kazanılan bu büyük zafer sonrası dünyadaki diğer mazlum ülkelere örnek teşkil etme. Böylesi bir muzafferiyeti, o zamana kadar emperyalist ülkelere karşı gösteren,dünya ülkeleri içinde Türk milletinden başka bir millet yok.
İkincisi. Türk milleti, bu saldırgan ülkelere karşı dişe diş mücadele verirken bir de içerde, iç unsurlarla uğraşır.Padişah ve sadrazamın kışkırtarak kurdurduğu çetelere karşı bir de iç savaş verir maalesef bu millet; kendi insanına karşı.
"Efendiler!1919 yılı içinde, milli girişimlerimize karşı başlayan iç ayaklanmalar hızla yurdun her yerine yayıldı.
Bandırma, Gönen, Susur-
luk, Mustafakemalpaşa,
Karacabey ve Biga dolaylarında;İzmit, Adapazarı, Düzce, Hendek, Bolu,
Gerede, Nallıhan,
Beypazarı dolaylarında;Bozkır'da;
Konya, Ilgın, Kadınhan,
Karaman, Çivril, Seydişehir, Beyşehir, Koçhisar dolaylarında;Yozgat, Yenihan, Boğazlıyan, Zile, Erbaa
Çorum dolaylarında; Umraniye,
Refahiye,Zara, Hafik dolaylarında;Viranşehir dolaylarında tutuşan kargaşa ateşleri bütün yurdu yakıyor;hayınlık,bilisizlik,
düşmanlık ve bağnazlık durumları, bütün vatan göklerini karanlıklar içinde bırakıyordu. Ayaklanma dalgaları, Ankara'da karargâhımızın duvarlarına kadar çarptı. Karargâhımızla şehir arasındaki telefon ve telgraf tellerini kesmeye kadar varan kudurgan saldırılar karşısında kaldık."
(Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk'tan)
Mustafa Kemal ATATÜRK'ün saydığı bu ayaklanmalar, sadece 1919 yılı içinde olanlar. Bu hayınlık ve düşmanlıklar ne yazık ki bütün kurtuluş mücadelesi boyunca devam edecektir. Bu millet, dış düşmanla uğraştığı kadar, iç hayınlarla da ölümüne cebelleşir. Bunu da hiç ama hiç unutmamak lâzım.
Kurtuluş Savaşı süresince, hem subayların hem de askerlerin morallerini olumsuz yönde etkileyen üçüncü bir durum daha vardır. Bu da "asker kaçakları"dır. 1911 yılından bu yana devam eden, üstüste gelen savaşların verdiği yılgınlıklar, merkezî hükümetin kışkırtmaları ve korkaklıktan dolayı ortaya çıkan bu "asker kaçakları" konusu da, kurtuluş mücadelesi verilirken , iç ve dış düşmanla uğraşılırken, o zamanki yöneticilerin başına büyük bir dert olur.
Bu "asker kaçakları", komutanları da öylesine yıldırmıştı ki, Sakarya Meydan Muharebesi'nde 12.grup komutanı olarak gösterdiği olağanüstü cesaretten dolayı kendisine "deli" lâkabı takılan Deli Halit Paşa(1883-1925)denilen bir komutan bile bu durumla çok yakından ilgilenir ve kendince bazı önlemler alır. Savaş sırasında, cephenin hemen biraz gerisinde, çoğu zaman yüksekçe bir yere oturarak, iki tabancasını da dizlerinin üzerine koyup "Geri çekileni vururum." diyerek emir veren ve bu dediğini birkaç kere yerine getiren bir komutan olarak tarihimize geçer Deli Halit Paşa.
Görüldüğü gibi "vatan" savunması için insanlar, neler yapmak, nelere katlanmak zorunda kalıyorlar. Olan bitenlerin hepsi gelecek kuşaklar için bir ibret vesikası. Bütün bunları unutmamak ve unutturmamak gerek.
Emperyalist güçlere karşı verilen amansız bir mücadele. İşi büyük bir hayınlık ve iç düşmanlık mertebesine vardıran iç isyanlara karşı son derece yiğit ve ustaca karşı koyma. Askerden kaçmak isteyenlere karşı da, gerekirse "kaçanı vurma" aşamasına kadar gidebilen bir hayat-memat meselesi. Yani, kısaca 19 Mayıs 1919 günü Samsun'da başlayıp 9 Eylül 1922 günü İzmir'de sona eren İstiklâl Harbi'nin her günü ayrı bir mücadele, ayrı bir yaşanmışlıklar örneği, apayrı hikâyeleri olan insanların haşır neşir olduğu, bir mahşer yeri gibi gerçekleşip gider.
Kurtuluş mücadelemiz, büyük bir zaferle sonuçlandıktan sonra, başta Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere bütün fedakâr komutanlarımız ve insanlarımızdan bizlere, dünyada hiçbir şeyle karşılaştıramayacağımız, baha biçilmez bir güzellikte üç şey armağan kalır.
Birincisi, her karışı kanla, gözyaşıyla sulanmış bugünkü sınırlarımız içinde kalan "vatan" toprağı. Adeta, küllerinden doğarcasına yoktan var edilen.
İkincisi ise, ATATÜRK'ün "Bir millet, varlığını, istiklâlini korumak için düşünülebilen teşebbüs ve fedakârlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek, o milleti ölmüş saymak demektir. Öyle ise, millet yaşadıkça ve fedakâr teşebbüslerini sürdürdükçe başarısızlık söz konusu olamaz."diyerek çıktığı ve büyük bir muzafferiyet kazandığı Kurtuluş Savaşı'ndan sonra,yüzyıllardır "tek adam"ın idaresiyle sürdürülen "padişahlık" rejimini de,çağına en uygun olan "cumhuriyet" idaresi ile değiştirerek, milletine en güzel hediyeyi vermesidir.
Bence, Mustafa Kemal ATATÜRK'ün milletimize sunduğu üçüncü bir hediye daha vardır ki, o da en az yukarda anmaya çalıştığımız armağanlar kadar önemlidir. Onun "Dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin temsilcisi olan milletlerden, memleketin her köşesinin bilfiil işgal edilmiş olmasından hiçbir zaman korkmayacak ve ümitsizliğe düşmeyeceksin. Bundan daha kötüsü olarak, memleketi idare etmek üzere başa geçmiş iktidar sahipleri gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içinde olmalarından da moral bozukluğuna düşmeyeceksin. Hatta, iktidar sahiplerinin kendilerini istilâ eden yabancılarla işbirliği yapmış olabileceklerini de hiç aklından çıkarmayacak, hep başın dik durmaya çalışacaksın. Zira, her ahval ve şerait altında dahi vazifen, Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır." şeklinde özetleyebileceğimiz Türk Gençliğine Hitabe, Türk gençliğinin nezdinde aslında bütün milletimize yaptığı bu sesleniştir. Bu eşi bulunmaz güzel hediye de Türk milletinin her ferdinin kulağında bir küpe olarak sonsuza kadar kalmalıdır.
Özgürlük ve bağımsızlığımızın başlayışının simgesi olan 19 Mayıs 1919 tarihinin önemine en yüksek düzeyde sahip çıkıp, bu güzelliğin gelecekte de ne kadar önemli olacağını unutmadan, akıllı ve bilinçli bir şekilde, en yüksek seviyede, gelecek kuşaklara aktarmayı kendimize vazife edinmek,bu milletin her ferdinin öncelikli görevidir bence.
Bizlere hediye edilen güzel bayramımız hepimize kutlu olsun bir kere daha.