Olimpiyat tarihi, bildiğimiz kadarıyla MÖ 775’da, Yunan kenti Elis yakınlarında, haklarında hemen hemen hiçbir şey bilmediğimiz birtakım adamların üst üste yığılı taş öbekleri arasında koşuşturup durduğu bir sırada başladı.
Nereye bakarsanız bakın her yerde hep bir tarih gereceksiniz: Hayatımız gün isimleriyle doludur. İngilizce’de kullandığımız gün isimlerini İskandinav tanrılarından almışız; ay isimlerimiz ise Romalı; formülün üçüncü kısmı da, Jesus Bar-Joseph adındaki adamın Roma vilayeti Yahudiye’nin Beytlehem kasabasında doğduğu günden bu yana aradan kaç yıl geçtiğini söylüyor. Onun doğum tarihini iyi bilmemizin nedeni Romalıların tarihler ve rakamlar konusunda iyi olmaları; düzenli aralıklarla nüfus sayımı yapmaları ve Roma’nın kuruluş tarihini(bizim tahminimizce MÖ. 753’te) temel alan bir kronoloji sistemi kullanmaları Şehirlerinin ne zaman kurulduğu kendilerine sorulduğunda Romalılar bu soruyu Olimpiyat bağlamında yanıtlardı. Bu da Elis yakınlarındaki Olimpiyat bağlamında yanıtlarlardı. Bu da Elis yakınlarındaki Olimpia’da her dört yılda bir geleneksel olarak düzenlenen atletizm karşılaşmalarıydı ve Yunanlar bu karşılaşmaları kendi kronolojilerinin temeli yapmışlardı.
Yani, geriye doğru sararsak(bir bayrak yarışı filminin sondan başa doğru gösterilmesi gibi), o senin hangi sene olduğunu biliyoruz; çünkü, Hristiyan Kilisesi, kayıtlarını Romalıların kayıt tutma tekniğiyle tutmuş, Romalılar da kendi kendinin vecibe kronolojilerini Yunan geleneğiyle uyumlu bir hale getirmişler, bunun da Temmuz ya da Ağustos ayındaki bir günde(yaz mevsiminde gece ile gündüzün eşit olduğu günden sonraki ikinci veya üçüncü dolunayda) dini vecibe olarak yerine getirilen birtakım adamların iki taş arasında 192 metre koşmaları olduğu ve bu koşunun da İlk Olimpiyat’ın tek oyunu olduğu varsayılıyor ve bu da Elislilerin hatırladıklarının arasında önem derecesi bakımından ilk sıraya oturan bir olay olarak kabul görüyor. Dört yıl sonra bu müsabaka tekrarlanıyor ve insanlık zaman içerisindeki yerini bilimsel yöntemlerle hesaplayacak kadar gelişene dek de dörder yıllık fasılalarla müsabakalar tekrar ediliyor.
O ilk oyunlar hakkında bildiğimiz tek şey(aslında ‘bildiğimiz’ kelimesini siz ‘inandığımız’ olarak okuyun) Coroebus adında bir adamın koşu yarışını kazandığıdır. Tabii o zamanlar, ne Olimpiyatlara Olimpiyat deniliyor ne de oyunların yapıldığı yere Olimpia deniliyordu. Daha sonraları, oyunlar Eski Yunan’da yaşamın vazgeçilmez bir parçası olmaya başladığında, oyunlara yeni yarışmalar eklendi, oyunların yapıldığı alana büyük ve güzel binalar inşa edildi, müsabakalar yapılırken bütün savaşlar durduruldu ve Yunan dünyasının dört bir yanından insanlar oyunları izlemeye geldiler; ta ki Roma’dan Hristiyan imparatoru oyunları kendi zevkine göre fazlasıyla putperest bulana kadar; yani 1148 yıl boyunca izlemeye devam ettiler.
O günlerde yazılı kayıtlar yoktu (Eski Yunan’da yazı büyük olasılıkla MÖ. 750-MÖ. 650 yılları arasındaki bir zamanda kullanılmaya başlandı; Yunanlar bu sanatın Fenikeliler’den öğrenildiğine veya Palamedes adında bir adam tarafından icat edildiğine veya her ikisine birden inanıyorlar ya da her ikisine de inanmıyorlar). Bu çağ bizim bildiğimiz filozofların, drama yazarlarının, heykeltıraşların ve siyasetçilerin Antik Yunan’a değildi; MÖ. VIII. yüzyıldı, Yunanistan hala Miken denilen, uygarlığın tam anlamıyla yıkımının ardandan gelen Karanlık Çağlar’daydı (onların buna ne isim verdiğini ise kimse tahmin edemiyor); Mısır ve Ortadoğu’nun büyük krallıklarının karmaşık idari sistemleriyle ve asırlar boyunca meydana gelen tarihi olayların kaydedildiği muntazaman tutulmuş devlet arşivleriyle mukayese edildiğinde maddesi olarak zayıftı ve ne olursa olsun ilkeldi.
Ama büyük krallıklar da fethedilecek veya yok edilecek ya da asimile edilecek, arşivler XIX. yüzyıla kadar toprak altında gömülü kalacak ve derken bir gün antika meraklıları bunları toprak altından kazıp çıkaracak, okumaya çalışacak ve tesadüfi bir şekilde, Olimpiyat Oyunları yeniden canlanacaktı. O kayıtlar tarihi eser olarak bir işe yaramadılar, gelecekte kullanılmak üzere işlem gördüler. Tarih iki taş öbeği arasında koşan Coroebus’un hafızasına güvenmek durumundaydı.
(İngilizce’de tarih anlamına gelen “History” kelimesi şüphesiz farklı dillerde farklı anlamlara geliyor. Yunanca’da “historia” bir soru anlamına geliyor. Niteliklerini kaydettirecek derecede baştan savma bir konuşma kılavuzuyla buna bugün bizim kullandığımız anlamı veren de Romalılar oldu. Fransızca’da, “historia” hikâye anlamına geliyor; konuşma dilinde ise, palavra sıkıyor anlamına geliyor. Almanların ise Romalılara özgü bu tür çift anlamlı laflarla tipik bir bağları yok; onların tarih anlamına gelen kelimesi “Gesehichte”, “yankı kelime” demektir ve kelime bende hep, bilim insanlarının tozlu el yazmalarının üstlerindeki tozlar yüzünden hapşırmalarından kaynaklanan bir kelime olduğu kanısı uyandırmıştır.)
Güzel bir tarihsel örnekseme de Olimpiyat ateşi olacak; sürekli canlı tutulan bu ateş, Olimpiyat meşalesiyle dünyayı dolaşır ve 2750 yıl önce ilk yakıldığı günden başlayarak durmaksızın yarınlara taşınacaktı. Eğer oyunlara on beş yüzyıllık bir ara verilmemiş olsaydı ve eğer ateşle meşale Victoria dönemi gösterişçiliğe cuk oturmasaydı, ilk modern Olimpiyat 1896 yılında düzenlenmesiydi, örnekseme çok daha güzel olacaktı.
O ilk koşu yarışmasının neden böylesine acayip bir şekilde hafızalardan silinmediği konusunda hiçbir bilgimiz yok. Yunanlar MÖ. 776 yılından çok daha eski zamanlarda da bu yarışları yapıyorlardı, bu yarışlar geleneksel olarak önemli adamların cenaze törenlerinin bir parçası olarak yapıyordu; bunlara koşunun dışında uzun atlama, boks, güreş, nesne fırlatma ve araba yarışları da dâhildi. Ayrıca oyunlarda yiğitlik göstermek, onlar için savaşlarda yiğitlik göstermek kadar önemliydi. Ya koşu yarışını Coroebus denilen adamın (bu adam artık her kimse) kazanması ve Coroebus’un zaferinin hafızalara kazınması nedeniyle ya da koşu yarışının çok eskilerden beri unutulagelen bir başka önemli olaya işaret etmesi nedeniyle ya da bu koşu yarışının çok heyecan verici bir şey olması ve herkesin bu yarıştan büyük bir zevk alması nedeniyle, yani bizim alsa bilemeyeceğimiz bir nedenden dolayı, yarışların yeni baştan tekrarlanmasına karar verdiler.
İşte bu yüzden de, bunun dışında ne var ne yoksa birazcığının olasılıkla doğru olduğunu, bazı ölümlerinin olasılıkla doğru ve de büyük bir çoğunluğunun belki de doğru olduğunu sansak da, hepsi sağ kurgudur.
Kesin kanıt almadan hiçbir şeyi kabul etmeyen kuşkucu bilim insanları size ilk Olimpiyat koşu yarışının Elisli Coroebus tarafından kazanıldığını söyleyeceklerdir. Dayandıkları kaynak ise ilk oyunlarda dokuz yüz yıl sonra Pausanias adında biri tarafından yazılan bir talimnamedir. Pausanias güvenilir bir tanıktır çünkü bir sürü kitap arasında sağlam kalan tek kitap onunkidir; tam da en iyisi olmasa bile, bu kitap itimada şayanlık açısından bir kriter oluşturmaktadır. Antik elyazmaları varlıklarını farklı yollarla korudular, bazıları profesyonel yazmanlar tarafından kopyalandı durdu, bunları sonra da rahipler kopyaladılar, kopyalar eskiyip, ufalanıp kırılmaya başladığında yenileri yapıldı durdu…
İşte antik bir metnin ilk el yazmasının Ortaçağ’dan kalmasının nedeni de budur. Bazı metinlerin sunumu birden fazla nüshayla yapılmıştı (süreklilik arz eden bir şekilde, her biri bir ötekinden birazcık farklı olarak); bazıları da sadece kesilip biçilip başka kitapların ciltlenilmesinde kullanıldığı için günümüze kadar gelebildi. Orijinal papirüslerin çok azı bulundu, bulunanların çoğu da Mısır’daydı; bulunan bu metinlerin büyük bir kısmında İlyada’nın bölümlerinden insanların birbirlerine yazdıkları özel mektuplara ve alışveriş listelerine kadar çok geniş bir yelpazede bilgiler mevcuttu. Bunların arasında arada bir hangi tarihte ne olduğuna ilişkin listeler, yani gerçek vakayinameleri bulduk; ama Yunan devletinin farklı bir takvimi olduğundan, bu takvimlerdeki ayların adları ve süreleri farklı olduğundan ve yılın ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini kendilerine göre kararlaştırmış olduklarından, bunlar bile pek öyle zannedildikleri üzere taş gibi sağlam kayıtlar değildiler. İşte ciddi ciddi adamlar çağlar boyunca oturup bu kırıntıları ve parçacıkları, yani bir küpün ağzına karalanmış bir isimden toplananları, bir heykelin kaidelerindeki kitabeden toplananları bir araya getirerek tarih dediğimiz şeyi inşa ettiler. Bunlar arasında çok az bir kısmı, bir iddianın ispatlanmasını zaruri kılan mahkeme salonu gibi yerlerde kanıt olarak sunulacaktı ve her on ya da falanca yılda bulunan bir papirüs müsveddesi veya üstünde bir şeyler yazılı kırık bir çömlek parçası kuramları çürütecek, yap-boz oyununun parçalarını darmadağın edecek ve geleceğin tarihçileri tarafından tekrar ele alınmak üzere bir köşeye konulacaklardı.
Pausanians, Kral Leon diye birinden hiç bahsetmedi, Cleander ve Cratus adındaki iki erkek kardeşten de hiç bahsetmedi, hatta bunların kız kardeşinden ve dayılarından da bahsetmedi ve hatta Aigina’yı cebren yöneten Korinth Hanedanlığı’ndan da bahsetmedi; bunların hepsi sahici kurgulardır ve arkeolojiden alınmış belli ölçüde kanıt bulunuyor: Maddesel yoksullukları, duygularının kaynakları olarak dış güçlerin etkilerini görmeleri, evlerinin ve kılışlarının şekilleri ve ne yiyip içtikleri, ayaklarına neler giydikleri gibi konular bunlar arasında sayılabilir. Bu arada ciddi sayıda edebi kanıtın kesinlikle var olmadığın biliyoruz; Olimpiyat Oyunları’nın Herkül tarafından bulunduğunu anlatan eski zaman hikâyesi de işte bunlardan biridir.
Olayın üzücü tarafı ise Coroebus’un yaşayıp yamadığına dair, ilk Olimpiyat’ın MÖ. 776’da yapılıp yaşamadığına dair ya da gerçekten de yapılıp yapılmadığına dair elimizde hiçbir kanıtın bulunmaması; kanıt yerine elimizdeki tek şeyin, nereye gittiğini bilmeyen ve gittikleri yere çok acele bir şekilde varmak gibi bir dertleri de olmayan adamların tesadüfen icat ettiği bayrak yarışına dair yarım yamalak hatıraların kayıtlı olduğu ufak tefek parçalar olmasıdır. Bu da sahip olduğumuz tarih bilgisin göre değişen bir şeydir ve tarih denilen şey de, kim olduğumuz ve buraya nereden geldiğimiz sorusuna nasıl yanıt verdiğimize bağlıdır.
Şayet Coroebus yaşamamış olsaydı, şüphesiz, onu icat etmek zorunda kalacaktık. Ben de unu yaptım. Tom Holt 6 Şubat 1999.
(Tom Holt, “Olimpiyat”, Çev. Cumhur Orancı, Alıntı Önsöz, Birinci Basım Ağustos 2004, Mart Matbaacılık, s. 1-7)
Oyunların yılın hangi günlerinde yapılacağı
Oyunların yaz gündönümünden sonraki ikinci dolunay zamanında olacağını söyledik, Cebbar Burcu’nun yükselmesinden hemen sonra; harmandan sonra ama toprağın sürülmesinden önce. Bunun yılın en makul zamanı olduğunu düşündük; toprakta fazla bir işin olmadığı ve kış hazırlıklarının da bastırmadığı dönem. Aslında, gelip oyuncuları şahsen seyredecek olan Elealıları daha çok düşünüyorduk; senenin en sıcak, en tembel zamanını güneş altında yatıp başkalarının kan ter içinde mücadele etmelerini seyrederek geçirmekten daha zevkli ne olabilir, diye düşündük.
Süreyya Burcu’nun yükselmesi sırasında hasat başladı ve bitti. İyi bir yıldı, öylesine iyi yıldı ki, hiç kimsenin başka bir şey düşünecek zamanı yoktu; çünkü çok ama çok iyi bir hasattı, her taraf ürünle dolu olduğundan gündelikçi gezgin işçi bulmak bile zor oluyordu; dolayısıyla da iş başa düşmüştü; sabahlardan akşamlara kadar çalışmak ama her geçen gün biraz daha geride kalıyorduk. İşler çoğaldıkça keyifler ve sabırlar da azalıyordu ve hiç kimse oyunlar gibi uzakta ve saçma bir şey için kaygı duyacak ruh hali içinde değildi. Güya düzenleyicilerden biri bendim ama ben bile o ruh hali içinde değildim
Eh hasat nedir biliyorsun. Her yıl bütün bir ürünün nasıl biçileceği, nasıl kaldırılacağı, nasıl harmanda dövüleceği ve depolanacağı dert olur ve her yıl bütün bu işleri ucu ucuna yaparsın. Her yıl tam hasatı kontrol altına aldığını ve artık başa çıkabileceğini düşündüğün anda ani bir rüzgar çıkar, mahsulünü darmadağın eder ya da mahsul kargalara yem olur veya komşunun teki gider bacağını kırar, kendi haşatının yanında bir de onunkine yardım etmeye mecbur kalırsın; ya da ekinlere hayvan sürüleri girer; ya da yangın çıkar; ya da karga gazabı bir şey olur, hiç yokken başına iş açar. Ya da tam tersi olur, bir mucize gerçekleşir ve deponun kapı eşiğinde durur ağzına kadar dolu küplerini seyredersin, gözlerin denizde yüzer gibidir; öylesine mutlusundur ki, bütün dünyayı dostun olarak görürsün.
Böyle bakıldığında, oyunlar içi yılın en uygun ayıydı bu; tabii bütün hazırlıkları başkalarının yapması şartıyla. Maalesef, olaylar hiç de beklediğimiz şekilde gelişmedi.
(Tom Holt, “Olimpiyat”, Çev. Cumhur Orancı, Alıntı Önsöz, Birinci Basım Ağustos 2004, Mart Matbaacılık, s. 484-485)