“Dün ne anlatıyordun, bugün neden bahsediyorsun. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!!!”
Azarlanan kişi şaşkınlık içinde “Bana mı diyorsun?” diye sordu. Dikçe “Evet, sana diyorum” dedi. Kahveye ancak iki aydır gelen bu adam nasıl olur da buranın gediklisi olan, semtin ağabeylerinden olmuş birini böyle azarlamaya cüret edebilirdi; şaşkınlık içindeydi. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Laf olsun diye konuşuyordu işte. Hayat hep böyle değil miydi? Bir şeyler seyredersin, birileri bir şeyler konuşur; sen de oradan buradan bir şeyler kapıp biraz da kendi dünyandakilerle harmanlayıp söz ola ortalığa saçıverirsin; muhabbet edersin, birilerini kızdırır birilerini güldürürsün. Onun bunun arkasından alay edersin, dedikodu dinlersin, kahvelerde yayılan telkinlere kulak kesilirsin. Yüzü allak bullak olmuş anlamaya çalışıyordu şimdi başına geleni; çocukluk, gençlik arkadaşları içinde böylesine nasıl fırçalanabilirdi! Kahvedekiler de karşılık bekler halde iki adamın arasındaki sessizliği seyrediyordu. Öfkeyle “Sen kendini adam mı sandın? Daha dün geldin buraya, kimse tanımaz seni. İnsan yerine koyduk masamıza buyur ettik. Üç beş kişiyle laflar oldun sayemizde” deyip adamı dövmek istedi. Masadakiler araya girdi ama hepsi de bu yeni adamın dayağı hak ettiği kanaatindeydi. Adam, “Kusura bakmayın arkadaşlar, sinirlerime yenildim” deyip kahveden çıkıp gitti. Azarlanan kişi “Ulan! Sen kimsin, dün bir bugün iki. Adam yerine koyduk, saksı gibi köşede oturtmadık” deyip arkasından bağırıp küfretti. O böyle diyordu ama iki aydır alttan alta kendilerince adamla da eğlenmekteydiler. Efendi tabiatına, temizliğine, titizliğine, kibarlığına, söz ediş adabına gider yapıp diğerleriyle birlikte kafa buluyordu. Adam yeni taşındığı bu semtteki yeni evine yürürken kendine çok kızdı: “Otur evinde be adam! Ne işin var kahvede, kıraathanede; Fransa mı burası?”