“Kutuplaşmalar” gene tavan yapıyor...
Bir taraf; akşam rüya görüp, sabah olunca “ben bunu yaparım nasıl olsa yetki bende” diyor.
Öteki taraf; “ağır ol, hele bir inceleyelim” diyor.
Cevap genellikle aynı oluyor:
Biz yaparız, siz işinize bakın.
“Yaparsan” şu sakıncalar var gibi bir çıkışa da cevap hazır, hemen geliyor:
Siz anlamazsınız, biz 20 yere sorduk.
Sakıncalar yüksek perdeden seslendirilmeye, bu sakıncalara rağmen yapılamaz, yaptırmayız denilirse de sonuç belli:
İsteseniz de yaparız, istemeseniz de.
BU SON NOKTADA SÖYLENECEK BİR SÖZ DE KALMIYOR, YAPILACAK BİR ŞEY DE.
Tam bir çıkmaz, tam bir açmaz...
NE ÇEKERSEK BU İNATTAN VE UZLAŞMAZLIKTAN ÇEKİYORUZ AMA DEĞİŞMEYE NİYETİMİZ DE YOK.
Son yıllarda uygulanan Suriye politikasını hatırlayın...
Daha önce Kıbrıs’ta uygulanan ve kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş’ı devre dışı bırakan politikaları hatırlayın.
Hepsinde aynı inat, aynı kibir, aynı detayları hesaplanamamış, bilgi ve tecrübe noksanlarıyla malul politik hatalar var.
Bu tür hatalar yapılınca “pardon” deyip geçmek mümkün olmuyor.
Sonuçta bütün milletimiz zarar görüyor, kazanılmış mevziler kaybediliyor. En kötüsü de bizde hata yapan çekip gitmeyi de bilmiyor.
İki günden beri bütün dünya ABD ile İran arasındaki gerginliğe kilitlenmiş durumda. Kasım Süleymani ve Haşdi Şabi örgütünün üst düzey isimlerinden Ebu Mehdi El-Mühendis'i hava saldırısıyla öldürülmesi sonucu küresel bir gerilimin fitili ateşlenmiş oldu. ABD’nin bu haydutluğu elbette bazı hesapları değiştirecek mahiyette bir olay. Önemli olan devlet aklının devreye girip, gereken adımların sakince atılması, en uygun hamlenin zamanında ve hesaplandığı ölçüde yapılabilmesidir. Bu da çok önceden titiz çalışmalarla oluşturulmuş, dikkatlice güncellenmiş, oya misali ince politikalara sahip olmayı gerektirir. Umalım ki bizi yönetenler bu yolda olsunlar, hesapsız adımlardan kaçınsınlar.
Son kısır tartışma da İstanbul Kanalı için günlerdir yapılıyor:
“Yaparız”,“yapacağız” diyenlerin gerekçeleri şimdiye kadar pek kimseyi tatmin edemedi.
Birçok üniversiteden görüş alındığı söyleniyor ama o üniversitelerde görev yapan bazı öğretim üyelerinden farklı görüşlerin geldiğine dair haberler bir kısım medyaya yansıyor.
Çed raporu hazırlanırken; DSİ’DEN ALINMIŞ VE OLUMSUZ GÖRÜŞ BİLDİREN BİR YAZI OLDUĞUNA DAİR HABERLER DE MEDYADA YER ALDI, SONRA BU YAZININ GİZLENDİĞİ, YAZIYI SIZDIRANIN PEŞİNE DÜŞÜLDÜĞÜ HABERLERİYLE DRAMATİK SAHNELER YAŞANDI. Bilgi kirliliği çok arttı, adeta göz gözü görmez oldu. En net olan şey; her halde kanal projesiyle ilgili birçok belirsizliğin mevcut olduğudur.
Bu kadar belirsizlik ortadayken, hatalarla malul bir anlayışın temsilcilerine inatlaşmak yerine uzlaşmaya yönelmek düşmez miydi? İsteseniz de istemesenizde... diyerek başlayan sözler kime ne fayda sağlar ve kime yakışır acaba?
Uzlaşma yolu seçilirse: Örneğin önce Mecliste bir teknik ağırlıklı komisyon kurulararak, bu projenin rantabl olup olmadığı tartışılır. Ne getirip, ne götüreceği detaylıca incelenir, kamuoyu her adımda bilgilendirilir.
Bu proje gerekli mi, öncelikli mi sorularına cevap aranır.
Asgari ücretin açlık sınırının altında olduğu ülkede vatandaş vergilerinin her kuruşunun uygun ve öncelikli yerlere harcandığından emin olmalıdır.
Siyasi yönetimde yer alanlar şunu iyi bilmelidirler:
Kendilerine verilmiş olan oy; bir sonraki seçime kadar istediğini yapabilirsin anlamı taşımaz, böyle bir yetki de vermez.
Sadece “Benim menfaatlerimi koru, bana hizmet et, adaleti tesis et ve koru” anlamında bir görev yüklemesidir verilen oylar. O nedenle seçimden seçime değil, sürekli halkla birlikte, halkla iç içe olmak gerekir. Halkın büyük bölümünün istemediği şeyler de rafa kaldırılır, yapılmaz. Gereği budur.